“Türkiye Behçet Hastalığı Çalışmalarında Dünyanın Lider Merkezlerinden Birisi”


Dünyada nadir hastalıklar arasında adı geçen “Behçet Hastalığı” damarları etkilemesi nedeniyle kan iltihabı olarak sınıflandırılan bir hastalık. 


İÜ İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı ve Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Gül, Behçet hastalığı konusunda açıklamalarda bulundu. Prof. Dr. Gül, Behçet hastalığının belirtilerinden ve tedavi süreçlerinden söz etti.



“Behçet Hastalığı Dünyaya Türkiye’den Duyuruldu” 

Behçet hastalığının başta Türkiye olmak üzere Akdeniz’in Doğusu, Ortadoğu bölgesi ve eski İpek Yolu ile örtüşen coğrafi bölgede en fazla görüldüğünü söyleyen Prof. Dr. Gül, bu hastalığın ortaya çıkmasında büyük oranda genetik faktörlerin etkili olduğunu belirtti. Prof. Dr. Gül, “Behçet hastalığı kompleks hastalık olarak nitelediğimiz, ortaya çıkmasını hem genetik yatkınlığın, hem de değişik çevresel faktörlerle etkileşimin rolünün olduğu bir hastalık. Genetik yatkınlık içerisinde doku grupları iltihapla ilgili değişik yerlerdeki fonksiyon değişiklikleri rol oynuyor. Bu genetik yatkınlık türlerinin dünyada en yoğun olduğu bölge Türkiye başta olmak üzere Akdeniz’in doğusu, Ortadoğu bölgesi bu hat boyunca Kore, Çin, Japonya’ya kadar uzanan ve eski İpek Yolu hattıyla örtüşen coğrafi bölge. Buradaki sıklığı belirleyen en önemli unsur doku grupları başta olmak üzere değişik genlerdeki varyasyonlar. Bunları taşıyor olmak tek başına yeterli değil. Bu genleri taşıyanlar da değişik çevresel faktörlerle karşılaştıkları zaman ortaya çıkan abartılı kontrolsüz iltihap yanıtının hastalığa neden olduğunu biliyoruz. Türkiye’de daha çok görülmesi diğer tüm bölgelere göre sıklığının fazla olması ve belki bu nedenle de dünyaya Türkiye’den duyurulmuş olması büyük oranla bu genetik yatkınlıkla alakalı” şeklinde konuştu. 

“Hastalığı İlk Tanımlayan İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet” 

Behçet hastalığının ilk olarak Prof. Dr. Hulusi Behçet tarafından tanımlandığını belirten Prof. Dr. Gül, “Hulusi Behçet hocamız hastalığı üç belirti üzerinden tarif eder. Onun belirgin özellik olarak nitelediği hastalığın üç belirtisi ağızda tekrarlayan aftöz ülserler yani aftlar, genital bölgedeki benzer şekilde ülserler ve gözde üveit dediğimiz iltihabın varlığı. Bu belirtiler yıllarca, Behçet hastalığının üç temel belirtisi sayılmıştır. Ancak bugün biliyoruz ki deri, mukozalarda, beyinde, damarlarda, akciğerde, bağırsaklarda farklı düzeyde iltihaba neden olabilen yine ataklarla kendini gösterebilen belirtileri görmek mümkündür. Dolayısıyla üç belirtiyle sınırlı olmayan sistematik, birçok sistemi aynı anda etkileyebilen veya farklı zamanlar ve ataklarla etkileyebilen bir hastalıktan bahsediyoruz” dedi.

“Behçet Hastalığı Tedavi Edilebilir” 

Behçet hastalığının tedavi edilebildiğini fakat bu tedavinin tamamıyla bir çözüm sunmadığına dikkat çeken Prof. Dr. Gül, “Uygulanan tedavilerin hiçbirisi hastalığı tamamıyla ortadan kaldırmaz. İltihabi belirtilerde birinci amaç bu iltihabı baskılamak ve iltihabın o dokuya, o organa yapacağı zararı en aza indirmektir. Bu da genellikle elimizdeki iltihabı baskılayan ilaçlarla sağlanır. Bunun ardından atakların tekrarlamasını engellemek hedeftir. Çünkü Behçet hastalığının belirtilerinin en önemli özelliği tekrarlayıcı nitelikte ataklar yapmasıdır. Tedavi başarılı olduğunda bu atakların sıklıklarının azalmasının hatta mümkünse tekrarlamamasını sağlamak hedeflenir. Bunu yaparken de kullandığımız ilaçlar, hastalığın ve belirtilerin şiddetine göre değişir. Kolşisin adını verdiğimiz bitkisel kökenli çiğdem çiçeklerinden elde edilen ilaç bunlardan biridir. Çok güçlü bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlara veya biyolojik tedavilere kadar geniş bir spektrum içinde hastanın ihtiyacına göre hem atakları baskılayacak hem de atakların tekrarlamasını engelleyecek bir tedavi programı izlenir ve sonrasında da hastanın bir idame tedavisinde bu iyilik halinin korunması hedeflenir” ifadelerinde bulundu. 

“Türkiye Behçet Hastalığı Çalışmalarında Dünyanın Lider Merkezlerinden Birisidir”

Prof. Dr. Ahmet Gül, İÜ İstanbul Tıp Fakültesi ile beraber Türkiye’de yapılan çalışmalardan şu şekilde söz etti: “İstanbul Üniversitesi hem hastalığın ilk tanımlandığı yer olarak hem de bugüne kadar bir başvuru merkezi olması nedeniyle her zaman öncü rolünü sürdürmüştür. Bizim yaptığımız çalışmalarla Behçet hastalığının hem tanı hem tedavisi gibi çalışmalar hem de hastalığın oluşma mekanizmasına yönelik çalışmalardır. Bu çalışmaları hem kendi merkezimiz ve kliniğimizde yürüttüğümüz Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü’nde tamamlıyoruz. Yıllar önce İngiltere ile başlayan daha sonra ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü ile devam eden çalışmalarımız var. Bu ortaklıklar sayesinde, buradaki tecrübe ve birikimimizi uluslararası platformlardaki ortaklıklarla çok daha üst düzeyde bilgiye çevirebiliyoruz. Bu bize hem hastalığın daha iyi anlaşılmasına izin verdi hem de farklı tedavi yöntemlerinin denenmesine olanak sağladı. Beklentimiz tanı ve tedaviye yönelik bu verilerin giderek hastanın yararına kullanılabilir düzeye gelmesidir.” 

“Kadınlara Nazaran Genç Erkekler Risk Grubunda” 

Behçet hastalığı açısından kimlerin risk grubunda olduğuna dair açıklamalarda bulunan Gül, “Behçet hastalığı aslında kadınları ve erkekleri hemen hemen eşit oranda etkiliyor diyebiliriz ama cinsiyetin şöyle bir farkı var. Behçet hastalığının gençlerde özellikle hastalığı 25 yaşından önce başlayanlarda ve de erkeklerde daha ciddi ve daha ağır seyrettiğini biliyoruz. Behçet hastalığı genç erkek hastalarda daha yüksek oranda göz, damar ve beyin dokusu gibi hayati önemde hasar bırakılabilir. Dolayısıyla kadın-erkek farkı sıklıktan ziyade hastalığının daha ciddi, daha önemli belirtilerinin erkeklerde fazla görülmesinden kaynaklanıyor. Kadınlarda da hastalık görülebilir. Hastaların yakınları açısından sorduğu ‘Neler yaparak korunabiliriz?’ sorusunun en iyi cevabı hijyen şartlarının iyileşmesi, enfeksiyon sıklığının azaltılması özellikle ağız ve diş sağlığının iyi olması diyebiliriz.” 

“Sabır ve Belli Bir Konu Üzerine Odaklanmak Önemli” 

Prof. Dr. Gül, bilime katkı sağlamak isteyen gençlere son olarak şu tavsiyelerde bulundu: “İlk tavsiyem en küçük sınıflardan itibaren kendilerini buna hazırlamalarıdır. Bu hazırlık klinik alandaysa sadece o klinik bilgilerle değil temel bilimlerin de o işle ilgili bütün alanlarında kendilerini yetiştirmeleri. Sabırlı olmak ve belirli bir konu üzerinde odaklanmak önemli. Her zaman için uğraştığı konuyla ilgili bir araştırma ağının içinde yer almaya çalışmaları, bu ulusal ve uluslararası değişik düzeyde araştırma ağlarının içerlerinde yer almaları, onları farklı iş birliklerine daha nitelikli daha verimli ortak çalışmalara sevk edecektir. Bu durum Türkiye’nin görünürlüğünü arttırdığı gibi kendi yaptıkları işlerin de kalitelerini ve niteliklerini yükseltecektir.” 

Haber: Ceren YILMAZ 
İÜ Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü